26 Kasım 2018 Pazartesi

Ne güzel bir gün: 25 Kasım’18

       25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü.
Bu gün Devlet’in kadınları susturmak için yaptığı mantık dışı eril şiddet olaylarına şahit olduk. Göğsümüzü gere gere yürüyerek attığımız her adımın sesinden rahatsız oldular. Bu rahatsızlıkları kadınları daha da şevklendirdi.

      Türkiye'nin ve Dünya'nın pek çok yerinde eril şiddete ve devletlerin zorbalığına rağmen kadınların sokaklara çıkması, susmaması heyecan ve güven vericiydi. Yalnız olmadığımızı bir kez daha en güzel şekilde hissettik.

       Her türlü engellemelere karşı birlikte olmamız ve kadın dayanışması ruhunun içimizde yarattığı duygular bizi çığ gibi büyüttü. Tünel Meydanı’nda beklerken herkesin yüzündeki o müthiş heyecan, kararlılık, korkusuzluk. Atılan sloganların ve pankartların gücü ve derinliği. Yüzlerde gülümseme ile elden ele dolaşan bildiriler! Kurdukları barikat ve attıkları biber gazı dayanışma çığlıklarımızı pekiştirdi.

      Tam bir mutluluk sarhoşluğu!  Kadınlar hep çok güzel. Cennet varsa tam şu an burasıdır dostlar.

       Biz kozamızdan çoktan çıktık, yorulmadan yolumuza emin adımlarla devam edeceğiz.  
       Susturmaya çalıştığınız kadınlar hiçbir zaman susmayacak, haklarından vazgeçmeyecek, varlıklarına alışacaksınız.

       Yaşasın Kadın Dayanışması!

       Sonsuza kadar “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz!”

       Dayanışmayla kalın!

                                                                                                                                       AÖ.

17 Kasım 2018 Cumartesi

Benim Adım Çocuk

       Beni ben yapan, ‘merak.’ Bizi biz yapan, sürekli öğrenme isteği. O halde öğrenmem için daha çok okumam gerek. İyi de, nasıl olacak o iş? Kitaplara ulaşmama uzun yıllar var. Evimde bir kitaplık yok! Okulumda bile yok. Sanırım mahallemde de bir kütüphane yok. Görünen o ki, kitaplara ulaşmam için daha çok yıl beklemem gerek. Peki ya üniversite yeterli mi, bir kütüphane ile tanışmam için?
       Görüyorsunuz daha çok uzun yıllar var, bir kütüphane görmem için, bir kütüphaneden içeri girmem için. Belki lise yıllarında ilçemde bir kütüphane bulursam kitaplarla tanışma hevesim körelmeden, o zaman ne mutlu bana! Ah, tabii unuttuğum bir şey var! O kadar yıl görmediğim kitaplara bir anda nasıl alışırım peki? ‘Okuma alışkanlığı’ denen şeyi nasıl edinirim bu kadar geç kalınca?
       Bir adım attım geriye doğru ve birkaç adım ileriye gittiğimi gördüm. Oyunlar kadar kitaplardan da öğrendim. Büyüdüm ve şimdi bir derdim var. Derdimiz var…
       Bir zamanlar çocuk olan herkesin ortak derdi: Kitapsızlık, kütüphanesizlik!
     
 Bu yıl 40.’sı düzenlenen İstanbul Maratonu’nda “Çocuk Kütüphaneleri İstiyoruz” teması eşliğinde koştuk. Çocukların sesi olmaya çalıştık, çocukluğumuzun belki de… Düşündük ki, kitaplar ve kütüphaneler hayatımıza çok geç girdiği için sıkıcı olarak nitelendiriliyor. Oysa okumak, çok küçük yaşlarda edinilmesi gereken bir alışkanlık. Yatmadan önce her gün diş fırçalamak gibi… 11 Kasım Pazar günü binlerce kişi aynı anda, aynı yerdeydik. Kuşkusuz binlerce insan yalnızca koşmak için orada değildi. Koşmanın yanında, hemen hemen herkesin farklı bir amacı vardı. Kimi çevreyi, kimi kadınları, kimi yaşlıları, kimi evsizleri, kimi eşitsizliği dert edinmişti kendine. Biz de bir amaç için düştük yola, çocuk kütüphaneleri için koşup bir farkındalık oluşturmaktı derdimiz. O gün çocuktuk hepimiz ve çocuk attı kalbimiz…
       Benim adım Yelda,
       Benim adım Toprak,
       Benim adım Gülay,
       Benim adım Cesur,
       Benim adım milyonlar,
       Benim adım yarınlar,
       Benim adım çocuk…

       Ne adımın, ne yaşımın ne de cinsiyetimin önemi var aslında. Nerede doğduğumun da nerede yaşadığım kadar önemi yok. Dedim ya, benim adım çocuk…
       Benden bu kadar. Sözlerim umudum kadar büyük ve biliyorum bundan sonra desteklediğiniz kadar büyüyeceğim…
      Destek olan herkese teşekkürler…
                                                                                                                                                  Reyhan

8 Kasım 2018 Perşembe

Sesimizi Daha Fazla Kişiye Duyurabiliriz


Fahrenayt 451, kütüphanecilik camiasının futbol takımı. 6. Sezonuna giren Karşı Lig’de futbol oynuyorlar. Bu yıl “Çocuk Kütüphaneleri İstiyoruz” temalı bir kampanya yürütüyorlar. Futbol, kütüphanecilik vb konular hakkında konuşalım istedik. İstanbul Maratonu antrenmanları esnasında Aytaç, Reyhan ve Yaprak  ile bir röportaj yaptık.

Röportaj: Kadim

 Fahrenayt 451 nasıl bir takım? Konsepti nedir?

Aytaç: Temeli kütüphanecilerin oluşturduğu bir takım. Kütüphanecilerle sınırlı kalmayıp biraz daha yayılan bir takım haline geldi. Dernek faaliyetlerinde, çeşitli yerlerde kütüphane kurma girişimlerinde ve Gezi parkında temelleri atıldı. Oradaki arkadaşlarla bir araya gelinmişti. Amacı kütüphanecilik, kütüphanecilerin sorunlarını dert edinen bir takım. Kütüphanecilere dair bir şeyler yapmaya, farkındalık yaratmaya, sorunlar varsa - ki var-  meslektaşlarımız arasında bilince çıkarmaya çalışan bir takım. Kütüphaneciliğin sorunlarına, kütüphaneler üzerine, özlük hakları olsun, kütüphanelerin eksikliği olsun, çalışma koşulları olsun birçok şeyi dert edinen bir takım. Bunu yaparken de sporu, futbolu bir oyun olarak oynayan, sertlikten kaçınan, futbolun oyun olduğunu unutmadan, bir rekabet ortamında insanların birbirini  kırdığı, dövdüğü bir ortamda değil, bunu oyun oynayarak yapmaya çalışıyor. Takım olarak 3-4 yıldır Kalamış’ta top oynamaya çalışıyoruz.

Yaprak:  Ben başladığımda kütüphaneci abi ve ablalar kurmuştu takımı. Kütüphanecilerin bir araya gelerek oluşturduğu bir takım ama takımın içerisinde sadece kütüphaneciler yok. Bir çok alandan arkadaş mevcut. Her birimiz bir arkadaşımızı ya da tanıdığımızı alıp geliyoruz. Konsept, kitap , kütüphane, oyun, futbol.

Ne zamandan beri oynuyorsun?

Aytaç:  2015’ten beri oynuyorum, Kalamış’a gelip gidiyoruz.

Yaprak: Yaklaşık 2 senedir.

Peki Takım ile Fahrenheit 451 romanı arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Aytaç: Fahrenheit 451 romanını okuyanlar bilir, kitaptan biraz bahsedersek; orada kitapların kesinlikle olmaması, görüldüğü yerde ortadan kaldırılmasını anlatan distopik bir roman. Bizde ordan esinlendik, kitapların bu kadar tehlikeli olduğu bir roman bizim için bir esin kaynağı oldu. Bizim işimiz de kitaplar. Direk oradan esinlendik. Umarım güzel bir esin olur. Takımın adını da öyle koyduk.

Kütüphanecilik, kitap okuma gibi şeyleri kütüphanecilik camiası dışında da işliyorsunuz ?  

Aytaç: Kütüphaneciler temelinde ama öyle kalmadı. Şimdi takımda kütüphaneci olmayan birçok insan var. Sadece oynamakla değil, yaptığımız şeyleri farklı mecralarda yaymaya, insanlara ulaştırmaya çalışıyoruz. Kendi dar çevremizde kalmayıp gücümüz yettiği kadar toplumun tüm katmanlarına yaymaya çalışıyoruz. Ne kadar yapabildiğimiz ayrı bir konu ama  kütüphanecilik sadece kütüphanecilerin konuşabileceği bir şey değil. Kütüphanecilik toplumun tümü için konuşulabilecek bir şey. Bunu yapmaya  çalışıyoruz, olabildiği kadar.

Daha önce futbol oynuyor muydun?

Aytaç: Her çocuk kadar ben de oynuyordum ama çok profesyonel anlamda değil, sokakta yuvarlanan topa tekme vurmak hepimiz gibi benim de yaptığım şeylerdendi. Bu anlamda oynuyorduk, herkesten daha fazla değil.

Yaprak: Daha önce oynuyordum futbol ama BESYO’da okuduğum için arada oynuyordum. Orda amatör oynuyorduk. Ama profesyonel değildik.

Fahrenayt 451 profesyonel bir takım mı?

Yaprak: Profesyonel değil ama kendi içimizde kendimizi profesyonel görüyoruz. Kendimizi iyi görüyoruz.

Takım bir sürekliliği gerektiriyor,  bir takımda olmak nasıl bir duygu?

Aytaç: Takım olduğun zaman sokakta yapılan maçlardan daha farklı, daha sistematik oluyorsun. Adı oluyor takımın, bir forması oluyor. Tam bir aidiyet oluşturuyor. Sokaktaki maçlardan biraz daha farklı. İnsanda ufaktan bir heyecan yaratıyor. Rekabet anlamında değil, birlikte bir şey yaptığın insanlar var. Takım olmak, takım arkadaşlarının olduğunu bilmek heyecan yaratıyor.

Yaprak: Güzel bir duygu çünkü bireysel olarak yaptığım şeyler beni sıksa da takım olarak yaptığım şeyler daha çok motive ediyor. Geldiğim de orada güzel iletişim kurduğum güzel zaman geçirdiğim insanlar var ve ben takımımı seviyorum mesela. Takımımı sevdiğim için de daha fazla gelmek istiyorum.

Eğitici bir yanı mı var?

Yaprak: Eğitici bir yanı var. Paylaşım. Bir şeyler paylaşıyorsun, herkesten bir şeyler öğreniyorsun. Arada bir arkadaşlarımız kitap değiş tokuşu yapıyor, bunlar tamamen eğitici oluyor.

Peki futbol oynarken ne hissediyorsun?

Aytaç: Fahrenayt’tan önce oynadığım futbolda tek gaye yenmek, bunun için uğraşıyorsun ama şimdi oynarken güzel şeyler, güzel vakit geçirmek, yenmek de  güzel yenilmek de o kadar önemli değil. Sahada kimse birbirine zarar vermesin, kötü gözle bakmasın, böyle bir maçı tamamlayıp dağılalım istiyoruz.

Yaprak: Ben futbol oynarken mutlu hissediyorum. Biraz daha özgür hissediyorum kendimi. O topa yönelirken, ya da insanlarla iletişim kurarken, aramda bir bağ oluyor.

Top ayağına değdiğinde ne hissediyorsun?

Yaprak: İlk başta çok heyecanlanıyorum acaba nereye atsam diye şaşırıyorum ama sonra takım arkadaşlarımla paslaşıyorum. Amaç takım arkadaşlarımla eğlenmek, bu yenmekten daha güzel bir duygu. Takımımda kazanmak temel gaye değil. Ben böyle gördüm. Zamanla daha iyi futbol oynamaya çalışacağız.

Oyun içindeyden, oyun anında ne hissediyorsun?

Aytaç: Eğlendiğimi ve keyif aldığımı hissediyorum, izleyenler farkedebilir, bayağı fark yediğimiz zaman bile eğlendiğimizi hissedebiliyoruz. Tabi ki gol atmanın heyecanı ayrı bir şey, atılmadığı zamanda çok kötü bir şey değil.

Karma bir Lig’de ve takımda oynamanın zorlukları var mı?

Yaprak: İlk başlarda zor geliyor. Çünkü erkekler kendi aralarında oynadığında çok sert oynanan çok sert müdahaleleri olan bir spor. İlk başta erkeklerle nasıl oynayacağım çok sık bir müdahale mi var acaba çok sert şutlar var mı? Ama şu an bir süre oynadıktan sonra bunun zor olmadığını görüyorsun,oynayabiliyorsun kadın olarak da.

Genel bir kanı var kadınlar futbol oynayamaz diye,  gerçekten kadınlar futbol oynayamazlar mı?

Aytaç: Oynamaması için bir sebep yok. Sadece kültürel olarak bir engel var. Kültürel olarak kadınların futbol oynayamayacağı yerleştirilmiş fakat burada gördüğümüz kadarıyla kadınlar futbol oynuyor. Hatta yani standart olarak belirlenen erkek oyunu kadar güzel oynayan kadınlar var. İzlediğimiz şey bizi bir cevap bulmaya yöneltiyor. Kadınlar gayet futbol oynuyor.

Yaprak: Aslında futbol oynayabilir. Çünkü kadınların motor becerileri daha fazla gelişmiş, futbol da biraz daha bununla alakalı bence. Topu kontrol edebilmek onu başkasıyla paylaşabilmek. Orada bir paylaşım var. Kadınlar topa daha fazla hakim olabilir aslında daha fazla topla ilerleyebilir.

Bu genel kanıya karşı bir hareket mi Fahrenayt451, Karşı Lig?

Yaprak: Evet, genel kanıya karşı. İnsanların benimsediği düşüncelere karşı biraz daha yıkmak, kadınların da futbol oynayabileceğini, kadın erkek birlikte futbol oynanabileceğini göstermek, bunu daha da çok hem bilimsel olarak hem de kültürel olarak yaymak için de kullanabiliyoruz.

Bu yıl Fahrenayt 451’in teması “Çocuk kütüphaneleri istiyoruz.” Neden böyle bir şeye gereksinim duydunuz?

Yaprak: Çünkü İstanbul’un birçok yerinde çocuk kütüphanelerine rastlayamıyoruz. Yok gerçekten. Olan birkaç kütüphane var. Mesela Üsküdar’da bir tane çocuk kütüphanesi var, ama yeterli değil. Birçok çocuğun faydalanabileceği bir yer yok. Bazen sadece tabelalar var. Çocuklar okula gittikten sonra 3’de okuldan çıkıyorsa 5-6 ya kadar zaman geçirebileceği bir yer olması lazım. Çocuk kütüphanelerine bu nedenle çok fazla ihtiyaç var. Hem çocuklar için hem de bu alanda çalışan insanlar ya da okuyan insanlar için gereksinim duyuyoruz.

Aytaç: Çocukların en büyük gereksinimlerinden biri oyun. Çocuk kütüphaneleri çocukların oyun oynayabileceği tek alan değil tabii ki ama oyun oynarken eğitici metaryalleri de görebileceği kütüphaneye gereksinim var. Aslında görmek bile başlı başına bir şey. Gördüğü şeyi bir sonrakinde isteyebilir. Orada oyun oynarken kitapları görmek çocuğun sonraki hayatı için belirleyici olabilir. Kütüphanelerin bu açıdan önemi olduğunu düşünüyorum, bu yüzden çocuk kütüphanelerini değerli buluyorum.

Reyhan: Çocuklar açısından değerlendirdiğimizde görmek dediğimiz olay aslında. Çocuk zaten her zaman görerek bir şeyleri öğreniyor. İlk ailede başlıyor bu durum diyoruz. Herkesin evinde bir kütüphane yok. Kaçımızın ailesi kitap okuyordu? Kendim için baktığımda okuldaki, sınıftaki dolaptan ibaret kütüphaneleri saymıyorum. O zaman zaten bir kütüphane kitaplık bilinci olmuyor ama baktığımızda bunu en gerçek haliyle üniversitede görüyoruz. Bir çocuk için üniversiteye imkanı varsa orada tanışmış oluyor ve bu da çok geç bir tanışma oluyor ne yazık ki. Öğrencilerin çoğu kütüphanelerin hangi amaç için var olduğunu ya da kütüphaneyi hangi amaçla kullanacağını bilmiyor. Kullanmıyor da zaten, ders almak için kullanılan bir alan olarak görüyor. Böyle olunca da sorunun en temelinden başlamak gerekiyor. Toplum okumuyorsa böyle bir bilinç eksikliği varsa çocuklara ulaşmak gerekiyor. Bunun için de görmek ile başlıyor ise bu olay etrafta zaten doğru düzgün kütüphane yok. Mesela ben kadın kütüphanesi çalışmıştım yüksek lisans tezimde, o zaman TÜİK verilerine göre Türkiye’de 29 bin kütüphane vardı. Bu veriler eminim, dolap kütüphane olarak tanımladığım ilkokul, ortaokul kitaplıklarını da içeriyor. Ama dediğim gibi bunlar kütüphane değil. Bu mantıkla da bir çocuğun etrafında gördüğü yolda yürürken “burası ne?” diyebileceği, “Burası çocuk kütüphanesi, hadi gidip bakalım mı, okumak ister misin bak bunlar çocuk kitapları…” Bu tanışmanın erken yaşlarda olması gerektiğini düşünüyorum, bu nedenle de bu projeyi destekliyorum.

 “Çocuk kütüphaneleri istiyoruz” çalışması bağlamında 40. İstanbul Maraton’unda “çocuk kütüphaneleri için koşuyoruz” kampanyası başladı. Kampanyanın bu aşamasına neden ihtiyaç duyuldu?

Aytaç: Sonuçta çocuk kütüphaneleri toplumun gündeminde olan bir şey değil. Çok az insan buna kafa yoruyordur. Bunu toplumsallaştırmanın, farkındalık yaratmanın bir yolu olması lazım. Yakın zamanda bir maraton olduğu için birçok sivil toplum örgütü çeşitli amaçlarla buraya katıldığı için biz de neden katılmayalım? dedik. Aslında kütüphane ve koşmak doğrudan bir araya gelecek bir şey değil ama bir araç olarak üzerine çalıştığımız  şeyi başkalarına duyurmak belki bir kişi bile bize katılırsa diye bir ortam, bir mecra olarak katılıyoruz.

Reyhan: Koşanlar için genelde şu soru sorulur “neden koşuyorsunuz? ” Baktığında her şeye sebep arayan milletiz ya niye koşuyorsun? Sana bunun katkısı ne? Koşmak sıkıcı değil mi? Buna illa bir sebep gerekiyorsa, bir zemine oturtmak gerekiyorsa güzel bir amaç için koşalım, bir farkındalık yaratalım ve sesimizi buradan duyurmaya başlayalım diye aslında maratonu seçtik. Başka bir platform olsaydı yakın zamanda sesimizi duyurabileceğimiz, kampanyayı buradan da başlatabilirdik. Ama maraton bunun için güzel, çünkü birçok insanın ilgisini çekiyor. Mesela halk koşusu. Köprünün trafiğe açılması birçok insanın orada vakit geçirme isteğiyle buluşuyor ve sırf köprüde olmak için bir sürü insan oraya geliyor. Bizim de böyle bir amacımız var, bir şey yapmak istiyoruz ve bunu duyurmamız gerekiyor. Bu nedenle maratonu güzel bir başlangıç olarak düşündük.

Yaprak: Bizim çevremizdeki birçok insan bunu biliyor. Ulaşabildiğimiz herkese ulaşıyor ve bunu anlatıyoruz ama bunun yetersiz olduğunu gördük. Daha geniş bir kitleye yaymak için halk koşusunu seçtik çünkü her kesimden insan var, çocuk var, genç var yaşlı var. Biz de bunu bir fırsat olarak değerlendiriyoruz, orada daha çok insana ulaşabiliriz. Bir kişi bir kişidir. Her birimiz bir kişiye ulaşırsak, on kişi yirmi kişi… Daha da fazla kişiye sesimizi duyurabiliriz.

 “Çocuk kütüphaneleri istiyoruz” kampanyası dahilinde şu ana kadar neler yaptınız?

Yaprak: Yaptığımız şeyleri çevremize duyurduk. Mesela koşuya katıldığımızı insanlara bunu sosyal medyadan yayıyoruz. Onlar da bilinçlensin diye yaptıklarımızı duyurmaya çalışıyoruz.

Reyhan: Aslında şu an daha çok yolun başındayız. Çok fazla sayabileceğimiz şunu yaptık bunu yaptık diyebileceğimiz bir şeyler yok. Şu ana kadar konuştuğumuz şeyler hepsi birbiriyle bağlantılı. Ortada bir bilinç yok. O yüzden de insanlara biz şunu istiyoruz bunu istiyoruz diyemiyoruz. O yüzden küçük adımlarla başlıyoruz. Bu koşu başlangıcı olacak belki duyurum için. Şimdi küçük küçük şeyler yapıyoruz. Mesela bu sabah koştuk. Onu çeşitli platformlarda paylaşıyoruz. Biz hazırız koşacağız. Ya da halk koşusu için kayıtları almaya çalışıyoruz, insanlar da bize katılsın diye. Şu an aslında daha çok maratona odaklanmış durumdayız. Sonrasında da kütüphaneler için neler yapılabilir, kitap toplama aşamaları, kim buna destek verir? Hangi belediyeler? Alan çalışması yapmayı düşünüyoruz mesela, insanlarla görüşüp bu düşünceleri röportaj bazında, onlar nasıl bakıyorlar, biz istiyoruz ama sadece bizim istememizle olmuyor dediğim gibi… Aileler, belediyeler, başka kurumlar  diyoruz mesela , bu semtte insanların böyle bir şeye ihtiyacı var mı? Bunun için de daha çok soyuttan çıkıp da somut şeylere ihtiyacımız var. Anketler, röportajlar, alan araştırmalarıyla en azından bir dosya oluşturup belediyeler ya da şirketler ile ne yapabiliriz bakmak istiyoruz. Aslında Türkiye’de sivil toplum gerçeği yok, hep söylüyoruz ama böyle bir ekonomik durum işin içine girince devletten bağımsız bir kurum benim bildiğim yok…

Aytaç: Aslında şu anda çok görece yeni bir fikir. Somut olarak yapacağımız ilk şey maraton olarak. Dolayısıyla bu maratona niye katılıyoruz insanlara anlatmaya çalıştık. Neden böyle bir şey yapıyoruz? Neden çocuk kütüphaneleri? Bir çocuk kütüphanesi ne için gereklidir? Bir insan durup dururken neden böyle bir şeye kafa yorar mesela. Bunları gerekçelendirmeye çalıştık, bir şeyler yazdık paylaştık, insanlara ulaşmaya çalıştık. 10K koşulacağı için halk koşusunun yanında, bunun hazırlık aşamaları oldu. Buna dair görselleri sosyal medya platfromlarında paylaştık,  insanların ilgisini çekebilmek adına. Şu an koşuya odaklanmış durumdayız. Koşudan sonra da işi somutlaştıracağız. Burada çocuk kütüphaneleri neden gereklidir? diyerek bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz daha sonrasında da aslında bu oluşmuş durumu somutlaştıracağız. Yani gerçekten somut olarak çocuk kütüphaneleri olmasını istiyoruz. Son kertede çocuk kütüphanesi ortaya konulacak. İlla bir çocuk kütüphanesi olmadığı yerde bile insanlarda bu bilinci oluşturmak önemli diye düşünüyorum. Bir kişi bile çocuk kütüphanesi düşünmüyorken on kişinin çocuk kütüphanesi düşünmesi başlı başına bir şey. Kütüphaneler kuramasak da kendimizi başarısız olarak addetmeyeceğiz.

Reyhan: “Çocuk kütüphanesi istiyoruz” diyoruz. Biz bunu neden istiyoruz? Bunu ortaya koymak gerekiyor.  Eğer böyle bir gereklilik varsa ihtiyaç olunan çocuk kütüphanesinde somutlaşması gerekiyor. Dediğim  gibi bunu da yapabilmek için, çoğunluğun ihtiyacı olduğu mesajını yaymamız gerekiyor. Ne kadar çok kişiye ulaşırsak bilinç açısından farkındalık yaratmış olacağız, hem de kampanya daha da yükselecek insanları ikna etme bazında. Çünkü şu durumda senin benim onun istemesi bu üçgenin dışına çıkmayacak belki ama sesimizi duyurdukça diğer insanlar da bunu düşünmeye başlayınca, evet bizim böyle bir ihtiyacımız var diyecekler. Ya da x kişinin çocuğu var şimdiye kadar çocuk kitabı veya kütüphanesi üzerine hiç düşünmemiş, ama bunu duyup görüp sosyal medyada gördüğü ufak bir şeyden etkilenmesi onu çevresi ile paylaşması… Bu şekilde büyüyecek diye düşünüyorum.

Yaprak: Belediyeler ile işbirliği içerisinde her mahalleye bir çocuk kütüphanesi neden düşünmeyelim ki. Maraton bunun ön ayağı olacak, sonrasında da değerlendireceğiz.

                                                                                                               4 Kasım 2018
                                                                                                                   Kalamış

6 Kasım 2018 Salı

İdris Nerede?

Baverya dağlarında bir vadide Mittenwald diye bir köy var. İsminin anlamı 'ormanın ortasında' demektir. Gerçekten de etrafa bakarken ormanlı dağlar ve gökyüzüden başka bir şey görünmez. Johann Wolfgang von Goethe İtalya gezisinde bir gece burada kalmış. Kaldığı eve bir tabela çakmışlar ve köyde herkes gurur duyar. Ama Baverya daha çok Münih futbol kulübüyle gurur duyar. Hafta sonuları çoğu insan yöresel kıyafeti ya da Baverya Münih forması giyer. Her pazar - yaz, kış - futbol oynuyorduk orada. Ben Mittenwald'a gelmeden önce de oynuyorlardı, benim orada geçirdiğim 3 sene boyunca oynadık ve şimdi de oynuyorlar. Hep oynayacaklar herhalde. Thomas diye bir arkadaş herkese tek tek telefon açıyordu ama artık whatsapp grubu var - bir tek bana mesaj atmak zorunda kaldı. Hiç de unutmazdı beni, sağolsun. 5-10 Mittenwaldli gelir - çoğu Baverya Münih formasıyla - farklı zamanların, babalarından kalma ya da en yeni formalarıyla görebiliriz orada. 2-3 asker gelir (köy Avusturya sınıra yakın olduğu için büyük bir kışlayı barındırır - onunla da maalesef çoğu insan gurur duyar). Onlar herkesten daha formda, gece gündüz dağlarda koşmak zorunda kaldıkları için. Enstrüman yapımı okulunda okuyan benim gibi 2-3 öğrenci gelir, bazı Mittenwaldlı onları yabancı olarak görürler. Baverya dışından geldikleri için.

Yağmurlu sonbahar günlerinde bazen çok az kişiydik, ama bu derdimiz Ahmad ile tanıştıktan sonra çözüldü. Ahmad, Suriyeli bir arkadaşımız, dünyanın en güzel felafel’ini yapar, ama bu ayrı bir konu. Mittenwald'da yaşayan ilticacıların çoğu gibi bir yurtta kalıyordu. Bir gün oradaki çocuklara haber verip maça geldi. Sonra fazla gelemedi, pazar günleri bir restoranda çalıştığı için. Ama İdris gibi Eritreli çocuklar  gelmeye başladı. Suriyeli, Rojavalı, Iraklı, Afganistanlı, Filistinli, Yemenli çocuklar ve Nijeryalı genç bir kadın da. İki kadın olduk yani. Bayağı kalabalık olduk. Bazen yirmi kişiden fazlaydık. Kaleleri çok uzak koymamız gerekirdi ve maçlarımız çok dağınık olurdu. Dili ve kuralları Baverya dili ve kurallarından farklı olduğu için. Bazen küçük çocuklar da gelirdi, sahayı karıştırlar, dikkat etmek gerekirdi. Bazen dili hiç bilmeyen yaşlı amcalar da oynamak isterdi. Bazen daha düzenli futbol oynadığımız arkadaşlar buna huysuzluk ederdi, ama çok değil. Sonuçta futbol candır.

Her şey toz pembe değildi tabii. Saçmasapan lafları da duydum: 'Takımda Arapça bilmeyen tek ben miyim?' diye sordu asker olan bir arkadaşımız. Ondan sonra Eritreli çok hızlı koşan bir çocukla çok güzel paslaşarak oynadı. Arap arkadaşlar Afganistanlı arkadaşları sevmez, pas vermek istemezlerdi, ama bunları da geçtik galiba. Sonuçta güzel gol atmak daha önemli geldi. Yavaş yavaş dil öğrenildi, yavaş yavaş isimler hatırlandı. Daha önce hiç duymadığın bir ismi hatırlamak zor bir şeymiş. Ama lakaplar da kalır. Çok iyi çalım atan bir çocuğa hala Mbappé derler. Eskiden Halepte futbol oynayan Afrinli bir adamla bazen Türkçe konuşurdum. İstanbul'da bir kaç sene terzi olarak çalışıyormuş.


Kışın Thomas ilticacı çocukları arabasıyla yurttan alırdı, kar eriyince, ben bisiklet ile oraya giderdim. Orada bahçede oynayan küçük çocuklara 'İdris nerede?' diye sorardım. Onlar da koşup İdris'e haber verirlerdi. İdris de diğer çocukları toplardı. Ramazan ayında herkes evinden uykulu çıkardı, bazen hazırlanmaları çok uzun sürerdi ve bunu düşünerek yarım saat önce giderdim, herkes bir bisiklet bulana kadar biraz daha zaman geçer, kavga edilir, ama sonuçta hep beraber sahaya geçerdik.

         Bir gün 'İdris nerede?' diye sorduğumda küçük bir kız 'İdris öldü' dedi ve oynamaya devam etti. Bu çocukların ölüme ne kadar alışkın olduklarını o ara anladım, ama İdris'in nerede olduğunu anlamadım. Nasıl yani, niye haberimiz yok? Thomas ile beraber Polis'e gittik. 'Akraba değilsiniz, size hiç bir bilgi veremem, ama kimsesiz birisi ölürse masraflar devlet tarafından karşılanmak üzere gömülür.' Adamın neye değer verdiğini anlamış olduk, ama İdris'in nerede olduğu belli olmadı. Yurttakiler onun Münih'te bir nehirde ölü bulunduğunu anlatıyor. Münih'e gitmeden önce göç idaresine gitmiş. Orada ne öğrenmiş? İntihar mi etmiş? İçip suya mı düşmüş? Yüzmeyi bilir miydi? Derdi neydi? Soy ismini bile bilmiyoruz. Gazetelerde bir şey yok. Akrabalara nasıl ulaşacağız?Bir sonraki pazar bir dakika saygı duruşu yaptık. Aklımıza bundan başka bir şey gelmedi. Ondan sonra her zamanki gibi futbol oynadık. Futbol candır. Ama futboldan başka bir şey yapmadığımız için mi İdris'in şimdi nerede olduğunu anlayamıyoruz?

                                                                                                                    Christina Müller


Ne Demek KarşıFest’te Gelmiyorum!

Karşı Lig’in   bir sezonu daha   geride kaldı, Eril Kültür ve Şiddet’e pek çok gol attık, yeterli olmadığının farkındayız, daha çok top sü...